Ojos del Salado (6893m) Tırmanışı
Birinci Gün (24 Aralık 2008)
Dört çeker cip asfalt yoldan ayrıldığında, vakit zaten öğleden sonraydı. Sabahı Fiambala’da erzak satın alarak, sırt çantamı paketleyerek, defalarca boşaltıp yeniden paketleyerek ve aylak aylak vakit öldürerek geçirmiştim. Ojos için yola çıkmadan önce, gerekli izni almak için Arjantin Jandarma Bölge Komutanlığı’na uğradık. Aslında bir önceki aksam da buraya uğramıştık. Ne kadar önemli bir pozisyonda olduğundan emin olan, kaslı ve şaşaalı bir çavuş pasaportumun her sayfasını – damgalı veya damgasız – epey zaman harcayarak ve dikkatle incelemişti ve zaman zaman bana sorular sormuştu: “Uydu telefonunuz var mı?” ¨Evet¨ (yalan) ¨GPS’iniz var mı?” ¨Evet¨ (başka bir yalan – çünkü gerçeği söylersem iznin reddedileceğinden korkmuştum). Bugün yine aynı prosedürlerden ve sorulardan tekrardan geçtik ve çavuş bir astından belgeleri hazırlamasını istedi. Bana Arjantin Jandarma Bölge Komutanlığı’nın damgasını taşıyan kağıtları verirken, benimle İspanyolca konuşmaya başladı. İki kelimeyi çok net bir şekilde duyabildim: “muerte¨ ve ¨responsibilidad.” Bundan bana eğer dağda ölürsem bundan Arjantin Jandarmasının hiçbir şekilde sorumlu tutulamayacağını söylediği sonucuna vardım. Ölüm ihtimalinin hoş bir hatırlatma olmadığını düşündüm. Bir ay önce Şili tarafındaki Ojos’a tırmanan Polonyalı bir solo dağcı hala kayıptı. Puna’da dağdan düşüp ölmezsiniz. Puna’da dağda kaybolur ve sonunda ölürsünüz.
Fiambala’dan ayrıldıktan sonra hızla irtifa kazanmaya başladık. Bu çok tuhaf bir duyguydu. Yükseklik kazanmak genellikle dönen yollar ve kademeli bir süreç demektir. Ancak yol dümdüzdü ve zemindeki eğimi yolun her iki tarafında yükselen büyük bir düz yüzey olarak açıkça görebiliyordum.
Cipin sürücüsü asfalt yoldan ayrıldıktan sonra sert çakıl ve kum bir yol üzerinde 10-11 kilometre daha yola devam etti. Quemadito’ya (3600m) vardık ve durduk. Bana on gün sonra gelmesi gerekip gerekmediğini sordu, ben de tırmanışı ne kadar sürede bitirebileceğimi bilmediğimi söyledim. Sırt çantamı yüklenmeme yardım etti. Ona sırt çantasının ne kadar ağır olduğunu düşündüğünü sordum. ¨30 kg?” diye cevapladı. Ben 25kg olduğunu tahmin ediyordum. 25kg veya 30kg, bu Allah’ın belası sırt çantası, önümüzdeki iki hafta boyunca zihinsel ve fiziksel dayanıklılığımı test edecek faktörlerden biri olacaktı.
Sürücü ile vedalaştım ve Cazadero vadisi boyunca yürümeye başladım. Önümüzdeki iki hafta boyunca herhangi bir insan görmeyecektim – başka bir zihinsel zorlanma kaynağı daha! Yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra yüksek irtifayı ve oksijensizliği oldukça ağır hissetmeye başladım. Rehber kitabıma göre 3600 metre yükseklikte olmalıydım. Altimetrem bunu doğruladı. Kendimi daha fazla zorlamak yerine, gece için kamp kurmaya karar verdim. Çadırı kurarken, ani bir rüzgâr çadırın tentesini uçurtma gibi uçurdu. Peşinden koşmaya başladım. Bu çok ağır bir işti ve nefes nefese kalmıştım. Bu durumu son altı ayda spor yapmamış olmamdan çok bulunduğum yüksekliğe ve akilimatizasyon eksikliğine atfettim. Tente bir dere yatağına düştü ve yüz metre kadar yuvarlana yuvarlana gittikten sonra derenin kenarında bulunan çalılara takıldı. Tentenin çubuklarını hemen çözdüm ve tekrardan uçmasını engellemek için tentenin ortasına büyük bir kaya parçası yerleştirdim.
Çadırı kurmayı planladığım ilk noktaya geri döndüm ve her şeyi tentenin olduğu yere taşımaya karar verdim. Bu iş, bir derenin üzerinden atlamayı gerektiriyordu. Atladım ve derenin öteki yakasını kaçırarak derenin içine düştüm. Ayaklarım sırılsıklam oldu. Bu ekspedisyondan öğrenilen ilk ders: Çadırı açtıktan hemen sonra, her şeyi ağır kayaların altına koy, tentenin kapılarını açık tut ve sırt çantanı tentenin uçurtma gibi uçmasını engellemek için en kısa sürede tentenin içine yerleştir.
İkinci Gün (25 Aralık 2008)
Gün ciddi olmayan bir olayla başladı. Çadırı sokup sırt çantamı paketledikten sonra bir kez daha Rio Cazadero’nun Kuzey yakasına geçmek üzere yola koyuldum. Ağır sırt çantası ile derenin üzerinden atlayamayacağımı fark ettim ve bu nedenle, aklımca uyanıklık edip, sırt çantamı derenin üzerinden öte yakaya atmaya karar verdim. Tabii ki sırt çantası diğer tarafa ulaşmadı ve derenin ortasına düşerek yüzmeye başladı. Onu yakalamak için suya atlamak zorunda kaldım. Sırt çantasını derenin diğer yakasına yuvarladıktan sonra kendim de sudan çıktım. Olayın tek kurbanı Robert Fisk’in 1000 + sayfalık kitabı oldu. Kitap günün geri kalan kısmini sırt çantamın dışına bağlı olarak Puna de Atacama’nın güneş ve rüzgârında kuruyarak geçirdi.
Bu olaydan sonra Rio Cazadero boyunca aşağı yukarı 7 saat yavaş yavaş yürüdüm ve akarsuyun Kuzey yakasına kıyasla daha yüksekte kalmaya dikkat ettim. Şu ana kadar, 50 metrelik eşyükselti eğrileri olan, 1:100:000 ölçekli, ve daha sonraki günlerde pratik olarak hiç bir işime yaramayacak olan haritamın kapsamı dışındaydım (ileriki günlerde Puna’nın özelliksiz, bir belirginlikten yoksun, tepelerini harita ile ilişkilendiremeyecek ve bu nedenle konumumu tam olarak tespit edemeyecek; pusulam ve yüksek dağların rehber kitabımda bulunan fotoğrafları sayesinde aşağı yukarı nerede olduğuma dair genel bir fikrim olacaktı– bazen bu dağları görüp yönümü belirleyebilmek için en yakınımdaki tepeye tırmanmak zorunda kalacaktım). Dikey irtifa kazancı 200 metreden fazla değildi ama buna rağmen henüz tam akilimatize olmadığım için epeyce zorlanıyordum.
Sonunda Rio Cazadero ve Rio Aguas Clientes’in birleştiği yere vardım. Orada zaten taştan dizilerek yapılmış çadır barınakları vardı ve bunlardan birinde çadırımı kurdum ve noodles yedim. Şu ana kadar, yiyecek stoklarımın sadece en sevdiğim Kore tarzı noodles’lardan (ki bu benim en sevdiğim yemek olduğu için yüksek irtifada yemek yiyebilme sorunumu çözebileceğini düşünmüştüm), Tang (Arjantin’de çok kullanılan portakal suyu tozu; bizim eski Oralet’e benziyor ve doğadaki tatsız, içilemez suyu içilebilir hale getirmek için mükemmel bir katkı maddesi), biraz çikolatalı kek, çay ve şekerden oluştuğunu fazla kafama takmamıştım. Daha sonra, özellikle ekspedisyonun sonuna doğru, yanıma çikolata ve kuru üzüm gibi hızlı karbonhidratlar almadığıma çok pişman olacaktım.
Üçüncü Gün (26 Aralık 2008)
Bugün irtifa kazanma açısından kısa bir gündü. Rio Agua Calientes boyunca dört buçuk saat kadar yürüdükten sonra rehber kitabında Agua Calientes (4200m) olarak belirlenen kamp yerine vardım: el değmemiş çöl gibi bir doğanın içinde kaynaklardan su fışkıran çok güzel bir yer, yeşil bir vaha. Pınarların üzerinde uçan iki ördek gördüm. Gece çok güzel uyudum. Geceleyin bir ara hakkında çok şey duyduğum Puna’nın berrak gökyüzünü görmek için başımı çadırdan dışarı çıkarıp yukarı baktım: gökyüzünde milyarlarca yıldız… Aynı zamanda çocukluğumdan kalma, ıssız yerlerde (genellikle Güney Amerika’da ve İnkalardan kalma tarihi kalıntıların olduğu yerlerde) uzaylılar tarafından kaçırılma korkusu aklıma takılmaya başladı. “Hayatımda ilk kez bu kadar yalnız kalıyorum, bunun etkisi olsa gerek” diye düşündüm.
Dördüncü Gün (27 Aralık 2008)
Buradan (4200m) El Areal’a (5500m) kadar su olmayacağı bildiğim için bütün plastik şişelerimi ve platypus’umu suyla doldurdum. Böylece, yüküme 6 litre su da eklenince sırt çantam çok ağırlaştı. Bitki örtüsünün gittikçe seyrekleştiği çöle benzer bir ortamda yavaş yavaş yükseklik kazanmaya başladım. Patika belli belirsizdi. Çok geçmeden patikayı tamamen kaybettim. Konumumu haritada belirlemeye çalıştım. Konumum hakkında genel bir fikrim vardı, ancak 50 metrelik eşyükselti eğrileri olan, 1:100 000 ölçekli haritayı görselleştirmek neredeyse imkânsızdı. Yaklaşık 12 saatlik bir yürüyüşten sonra ikinci kamp alanına, Agua Vicunas’a benzeyen bir yerde durdum. Haritadan edinebildiğim en iyi tahmine göre, bir tepenin çevresini önce Kuzeye doğru sonra da Doğuya doğru dolaşmalıydım. Puna’nın hiçbir belirgin özelliği olmayan topografyasında hiçbir şey Agua Vicunas’ta olduğumu göstermiyordu, ama orada olmadığımı da göstermiyordu. Kuzeyimde bir tepe vardı ve üzerinde kar görebiliyordum. Su bulmak için 400-500 metre tırmanmam gerekecekti. Gece için kamp kurdum. Büyük bir çabayla, bütün cesaretimi topladıktan sonra, bir paket noodles yedim – daha doğrusu zorla yuttum. Sonra derin bir uykuya daldım.
Beşinci Gün (28 Aralık 2008)
Bugün aynı kamp yerinde kaldım. Gün boyunca biraz kar bulup eritip içecek su sağlamak için 5393 metreye (saatime göre) çıktım. Neyse ki kar alanının hemen altında küçük bir kaynak vardı, bu yüzden ocağı kullanmak zorunda kalmadım. Kampa geri döndükten sonra, altimetrenin referansını değiştirmeye çalıştım ve bunu yaparken yepyeni, son teknolojinin ürünü Suunto saatimin pili bitiverdi. Artık ekspedisyonun geri kalan günlerinde altimetre ve saatim olmayacaktı; saatin kaç olduğunu bilmeyecektim, zamanı (tarih öncesi insanlar gibi) güneşin konumundan anlamaya çalışacaktım. Dijital kameramın saatinin yararlı olabileceğini düşündüm, ancak kamera Arjantin saat dilimine (veya herhangi bir saat dilimine) ayarlı değildi. Buna rağmen ne kadar süre yürüdüğüm veya yürüyeceğim hakkında genel bir fikrim olsun diye kameranın saatini temel alarak kayıt defterim için notlar almaya başladım. Daha sonra, ekspedisyon bittikten sonra, Fiambala’da kameranın saatinin Arjantin saat diliminden yaklaşık 4 saat daha geç olduğunu öğrenecektim. Rehber kitapları her zaman kafa lambanız için ekstra pil almanızı önerirler. Altimetrenizden bahseden bir kimse/kitap hatırlamıyorum.
Altıncı Gün (29 Aralık 2008)
Agua del Vicuna’dan El Arenal’a (5500m) 10 saatlik yürüyüşten oluşan başka bir uzun gün daha. Bir kez daha, düzgün bir patika değil ama düzensiz ve seyrek ayak izleri bulabildim. Çevremin topografik özellikleri haritadaki yerin eşyükselti eğrilerine uyuyordu ancak keskin uyum yine yoktu. En önemlisi, önümde akan bir dere vardı. “Su artık bir sorun değil” diye düşündüm.
O günden sonra, sanki etrafımda başka insanlar varmış gibi hissedecektim: kararlarımı sürekli başka bir insanla tartışacaktım; başka bir insanın sesi aklımda yankılanacak ve bana ne yapmam gerektiğini söyleyecekti. Akıl sağlığımı kaybetmiyordum ama neden başka insanların ağzından yüksek sesle düşünüyor olduğumu bir türlü anlayamıyordum.
Yedinci Gün (30 Aralık 2008)
Zirve yapmaya hazırlanmak üzere yüksek kampa taşınmaya karar verdim. Girişimim orta derecede başarılı oldu. Amacım 5800 metrede iki akarsuyun birleştiği bir noktaya ulaşmaktı, ancak bir seyir hatası yaptım ve gereksiz yere birkaç yüz metreyi inmek ve çıkmak zorunda kaldım. 8 saat yürüdükten sonra haritada görünen özellikleri taşıyan iki akarsu buldum ve çadırımı oraya kurdum. Bir paket noodles pişirdim. Büyük bir cesaret ve kahramanlıkla yemeği zorla boğazımdan aşağıya ittim ve yuttum. 5800 metre yükseklikte insanın iştahı hiç kalmıyor.
Sekizinci Gün (31 Aralık 2008)
4,5 saatlik bir tırmanıştan sonra, 5800 metredeki yüksek kampın gerçek yerini buldum. Tırmanışım son derece yavaştı. Yarın zirve yapmaya çalışacaktım. Biraz noodles yedim (daha doğrusu her zamanki gibi hap yutar gibi yuttum). Normalde çok sevdiğim halde Kore tarzı noodles’in tadı iğrenç geliyordu. Yüksek irtifa en sevdiğiniz yiyeceklere işte bunu yapar. Londra’da, Green Lanes’daki Türk lokantalarından yeni satın alınmış taptaze baklavaları ve lahmacunları bana teslim eden helikopterler hayal etmeye başladım. Hayallerim gerçekleşseydi baklava ve lahmacun da yüksek-irtifa-dağcılıgi-yüzünden-cok-sevilen-yemek-olmaktan-çıkıp nefret-edilen-yemeklere-dönüşmüş-yemekler listeme eklenecekti.
Dokuzuncu Gün (1 Ocak 2009)
Rehber kitabında 5800 metre ve 6000 metrede yükseklikte bulunan iki yüksek kamptan sözedilmektedir. Bu iki kampın arasındaki yükseklik farkının sadece 200 metre olduğundan şüpheliyim. Yorgun ve irtifa hastalığına tutulmuş bir halde, karla kaplı iki alan arasından yukarıya doğru yükselen kulvarı (çarşaklarla kaplı, son derece yorucu) tırmanmam tam 6 saatimi aldı. Kulvarın tepesine varıp da (6000 metre kampının bulunduğu varsayılan yer) Ojos’un zirvesinin daha çok uzaklarda olduğunu görünce, zirveye makul bir süre içerisinde çıkıp yüksek kampa dönemeyeceğimi anladım. O noktadan geri dönmeye karar verdim. Doğru dürüst bir saatimin olmaması ve saatin kaç olduğunu bilmemem, verdiğim kararın gereğinden çok daha fazla temkinli ve muhafazakâr bir karar olmasına yol açmış olabilir.
Derler ki bütün generaller yaptıkları en son savaşı bir daha savaşırlar. Belki de bütün dağcılar en son başarısız tırmanışlarını bir daha tırmanırlar. Birkaç yıl önce Matterhorn’u tırmanırken geç kalıp geceyi dağda 4000 metre yükseklikteki Omuz’da (Shoulder) geçirdikten sonra, o gün o noktada zirve yapmadan geri dönmem son derece doğaldı. Geçmişte yanımda çikolata olmadığı için bir dağın zirvesine ulaşamadığım bir ekspedisyon olmadı – bu nedenle olsa gerek, bu sefer erzaklarım arasında çikolata yoktu.
Yüksek kampa dönerken cesaretimin kırıldığını ve moralimin bozulduğunu fark ettim. İki karar arasında sürekli gidip geliyordum. Fiambala’ya dönüp birkaç gün dinlendikten sonra tekrar geri dönmek veya ertesi gün kampı 6000 metreye taşımak. Zamanım hızla tükeniyordu ve kız kardeşim ile kız arkadaşımın endişelenecek olmasından çekiniyordum (daha sonra çok endişelendiklerini öğrenecektim). Uykuya dalmak üzereyken ertesi gün Fiambala’ya geri dönmeye meyilliydim – hatta kuş tüyü ceketimi kompresyon torbasının içine sıkıştırmıştım bile.
Onuncu Gün (2 Ocak 2009)
Gece çok iyi uyudum ve dinlenmiş olarak kalktım. Kendimi güçlü hissettim. Hemen ceketimi kompresyon torbasından neredeyse şiddetle çıkardım, çadırı topladım ve dünkü rotayı takip etmeye başladım. Önce akarsuları geçtim sonra penintentes’lerle kaplı bir alanın çevresini dolaştıktan sonra, kulvarlardaki çarşakları tırmanmaya başladım. On saat süren zorlu bir tırmanış… Sonradan düşününce aldığım kararın doğru bir karar olduğunu anladım: tabii dağcılık açısından doğru bir karar, yoksa seni seven insanlara karşı düşünceli olma açısından doğru bir karar değil. Dönüp tekrardan zirveye ulaşmak için harcayacağım vakit göz önünde tutulduğunda, Fiambala’ya dönüp yeniden dağa tırmanmaya ne vaktim ne de enerjim yeterdi.
On Birinci Gün (3 Ocak 2009)
Zirve yapma girişimine mümkün olduğunca erken başladım. Ağır bir sırt çantasını taşımak zorunda olmamanın olumlu bir etkisi oldu ve yamaçları hızla tırmandıktan sonra kendimi zirve kütlesinin hemen önümde buldum. Kramponlarımı takip sırt çantamı orada bıraktıktan sonra, çarşaklarla kaplı bayırın son mertebelerini tırmanıp beş buçuk saat sonra zirveye ulaştım. Evet! Zirveye ulaşmıştım. Zirve garip bir yerdi: Haç yoktu ve bir piramit vardı. Bağlanmış kurdeleler ve boş şarap şişeleri yüzünden burası volkanik bir dağın zirvesinden çok bir alkoliğin tapınağına benziyordu. Bulunduğum yer, bana sosyal sorunların yoğun olduğu bir varoşta bulunabilecek sahipsiz kalmış bir futbol sahasını anımsattı. Manzaralar muhteşemdi fakat fırtına bulutları ufukta yoğun bir biçimde toplanmaya başlamıştı. Geçen yıl Aconcagua’da da olduğu gibi Pasifik Okyanusu’nu yine göremedim.
Zirveden dönerken kar yağmaya başladı. Kramponlarımı çıkarmıştım ve bir daha takmak konusunda tembellik ettim. Bu nedenle, karın artık buza dönüştüğü kar alanlarını geçmek daha da fazla vaktimi aldı. Kar yağışı daha sonra tipiye dönüştü ve tipiden dolayı görüş uzaklığı epey düştü. Etrafımı göremiyordum. Çadırımı bulmakta epey zorlandım. Uzun bir süre çadırı aramak zorunda kaldım. Sonunda nihayet çadırımı buldum. Sırt çantamı yere bırakıp postallarımı çıkardıktan sonra uyku tulumumun içine girdim ve hemen uykuya daldım.
On İkinci Gün (4 Ocak 2009)
Çadırı yavaş yavaş paketledim. Yorgun ve uykusuzdum. Sanırım günlerdir çektiğim açlık artık vücudum üzerinde etkisini göstermeye başlamıştı. Yavaş yavaş, kısmen karla kaplı olduğu için dünden ve önceki günden daha da kötü bir durumda olan kulvardan aşağı inmeye başladım. Bir noktada pes ettim ve bitişikte daha da derin karla kaplı bayırdan kayarak inmeye çalıştım. Bu girişimim umduğum sonucu vermedi çünkü çok geçmeden karların penitentes’leri kapladığı ortaya çıktı. Dolayısıyla iniş engebeli, inişli çıkışlı, tümsekli ve çok sarsıntılı idi. Yavaş yavaş gücümü kaybettiğimi ve giderek daha da yavaşladığımı fark ettim. Sonunda 5 saatlik çok yavaş bir inişten sonra El Arenal’a (5500m) vardım. Her nasılsa pek kullanılmadığı her halinden belli olan, oldukça belirsiz bir patika buldum ama bu patika her zaman olduğu gibi bir süre sonra ortadan kayboldu. Vadiye doğru iniş çok yavaştı ve geç kalıyordum. Kız arkadaşımın ve kız kardeşimin benden yana endişelenmeye başlayacağını düşündüm. Kendime kızgındım. Onları böyle bir şeye maruz bırakmaya hakkım yoktu.
On Üçüncü Gün (5 Ocak 2009)
Haritaya göre, El Arenal’dan Doğuya giden bir patika var. Bu patikayı ne tırmanış sırasında ne de iniş sırasında bulamadım. Hızla Güney-Güneydoğu doğrultusunda uzanan vadiye doğru inmeye başladım. Birkaç saat sonra arkamda, biraz Kuzeydoğu tarafıma düşen Ojos’un zirvesini açıkça görebiliyordum. Haritayı kullanmanın bir yolu yoktu ve muhtemelen zaten kapsamının dışındaydım. Bu noktada, dağdan ininceye kadar bağlı kalacağım bir kararı verdim: ne olursa olsun, asfalt yola ulaşmak için doğu yönünde gidecektim ve çadır kurmak, yemek yemek için mola vermek gibi uğraşlarla vakit kaybetmeyecektim. Sonuç 36 saat süren, molasız bir yürüyüş oldu. Bunun ana nedeni geç kalmış olmam ve en kısa sürede vadiye geri dönmek zorunda olmamdı. Akşama doğru, çevrenin Puna’dan çok Patagonia’ya benzemesine neden olan penitentes’lerin hemen bitişiğinde oluşmuş masmavi göllerin yanından geçtim. Bana Arap Yarımadası’nda Arabistanlı Lawrence gibi filmlerde tasvir edilen Hicaz bölgesini düşündüren lav alanlarından, büyük, pürüzsüz, simsiyah bazalt kayaların yanından geçtim. Başka bir gezegendeymişim gibi bir hisse, kapıldım ama bu his yeniden başlayan şiddetli rüzgârların ve başka bir kar fırtınasının etkisiyle dağıldı. İstikrarlı bir biçimde doğuya doğru yürümeye devam ettim ve bu, bazen bir silsilenin tepesine kadar tırmanıp silsilenin öbür tarafına geçmemi gerektirdi. Doğudan başka bir yöne uzanan bir vadiyi takip ederek kaybolmak istemedim. Güneş sonunda battı ve gökyüzünde bir yarım ay belirdi. Pusulamı sırt çantamdan çıkararak cebime koydum ve doğuya doğru yürümeye devam ettim. Sadece yön almak ve doğru yönde hareket edip etmediğimi kontrol etmek için birkaç kez durdum.
On Dördüncü Gün (6 Ocak 2009)
Bütün gece yürüdüm. Yarım ay bir süre sonra dağların arkasında batıp kayboldu, ancak kafa lambam önümü aydınlatacak kadar güçlüydü ve yıldızların ışığı çevremdeki dağların siluetlerini görünür kılacak kadar parlaktı. Doğuya doğru yürüyüşe devam ettim. Yürüyüşte bir Başkan Mao havası vardı: Doğuya gideriz Doğuya! Doğu! Doğu! Doğu İyidir Batı Kötüdür.¨ Bir ayak burkma veya bir bacak kemiğini kırma gibi küçük bir kazanın ölümcül olabileceğini bildiğim için karanlıkta dikkatli bir biçimde ilerledim ve birbirine paralel olarak uzanan en az üç sıra tepeyi diklemesine aştım. Gecenin ilerleyen saatlerinde doğuya doğru gidişim yüksek bir dağ sırası tarafından kesildi; “boxing” tekniğini uygulamanın çözüm olacağını düşünerek Güneye döndüm. Daha sonra Doğu yönüne açılan bir boğaz bulma umuduyla bütün gece bir vadi boyunca yürümeye devam ettim. Sonra şafak sökmeye ve Doğu parıldamaya başladı ve genelde dümdüz olan arazide bir dizi yüksek tepeler belirdi. Daha sonra vadiye döndükten sonra, Fiambala’daki efsanevi rehber Jonson Reynoso bu tepelerin büyük bir olasılıkla Agua Calientes tepeleri olduğunu bana söyleyecekti. Yanlışlıkla, yolun çok yakın olması gerektiğini düşünmeye başladım ve bu tepelere doğru hızla yürümeye başladım. Yaklaştıkça bu tepeler büyüdükçe büyüdüler ve kendimle Doğu arasında bir bariyer gibi yükseldiler. Bu silsilenin çevresini dolanmayı düşündüm ama bu yapılabilir gibi değildi bu yüzden doğrudan geçmeye karar verdim. Artık sabah olmuştu. Yolun yakınlarda bir yerde olmaması beni düş kırıklığına uğrattı ve suyumun tükenmek üzere olması düş kırıklığımı daha da arttırdı. Çaresiz, kar seviyesine ulaşmak için silsileyi tırmanmaya başladım – bir kez daha, su bulabilmek için zaman kaybettim. Birkaç saat sonra oturmuş içecek su üretmek için kar eritiyordum.
Günün geri kalanını, silsilenin Doğu yüzüne geçmeme imkân sağlayacak bir kulvar bulmak umuduyla, silsile boyunca yürüyerek geçirdim. Akşam oldu.
Çok büyük bir kaya kütlesinin arkasında bir yer buldum. Kaya kütlesinin beni olası taş düşmesine karşı koruyabileceğini düşündüm (üstümdeki bayır oldukça dikti ve taş düşme olasılığı yüksekti) ve bu nedenle bivouac için iyi bir yer olduğuna karar verdim (bütün bunları günlerdir olduğu gibi yine kafamda birileriyle tartıştım). Thermo Rest’i yere yaydım, uyku tulumumu kompres torbasından çıkardım ve kuş tüyü ceketimi giydim. Hemen uykuya daldım. Bütün gece boyunca sadece bir kez uyandım ve başımın üstünde halı gibi uzanan yıldızları gördüm. Şafak vaktinin ilk ışıklarına kadar derin bir biçimde uyudum.
On Beşinci Gün (7 Ocak 2009)
Nihayet dün aradığım ve beni silsilenin Doğu’suna geçirecek kulvarı buldum. Kulvar o kadar yüksek bir seviyeye kadar çıkıyordu ki, eğer umurumda olsaydı (daha doğrusu eğer gücüm olsaydı), silsilenin en yüksek noktasına çıkıp bir zirve daha yapabilirdim. Kulvarın tepesinde, soğuk ve şiddetli bir rüzgâra rağmen, çevremdeki dağları inceleyerek yönümü bulmaya çalışmaya karar verdim. Kuzey ve Batı yönümde yüksek dağlarla çevrili olduğumu görebiliyordum Yani, genelde navigasyon için kullandığım mantık doğruydu. And Dağları rehberindeki fotoğrafları kullanarak Nacimiento, Cazadero ve El Fraile’nin zirvelerini kolayca tanımladım. Pissis ve Bonette olması gereken iki çok büyük dağ Güneyimdeydi. Incahuasi tam kuzeyime düşüyordu; bu da doğru yönde olmama rağmen, olduğumu düşündüğüm yerden çok daha geride olduğumu gösteriyordu. Gece navigasyonu ve hüsnükuruntulu düşünme biçimi birbiriyle birleşince aklımı karıştırmış olmalıydı. Fiambala yolundan en az bir gün, belki de iki günlük bir yürüyüş uzaklığındaydım. Aynı zamanda hem hayal kırıklığına uğradım hem de mutlu oldum: Tamamen kaybolmadığım için mutluydum, ancak hala medeniyetten oldukça uzak olduğum için de hayal kırıklığı içindeydim. Ayrıca çok olumlu bir haber, önümde Doğu’ya doğru açılan geniş bir vadi uzanıyordu. İnmeye başladım. Şanslıydım. Etrafımdaki verileri doğru değerlendirmiş gibiydim. Akademik hayatta verilerinizi yanlış yorumlarsanız makaleniz reddedilir veya yeniden yazmanız gerekebilir. Doğada zor şartlar altında yönünüzü tayin etmeye çalışırken verileri yanlış yorumlarsanız kaybolur ve sonunda telef olursunuz.
Bütün gün yürüdüm. Çok yorgundum ve telef olmak üzereydim. Yürüyüşüm gittikçe daha da yavaşlıyordu. Üç adım atıyordum ve sonra bir süre dinlenmek için duruyordum. Kendimi disipline etmek için her 200 adımda kısa bir mola vermeye başladım; 200’e kadar adımımı sayıyordum ve sonrasında ise durup biraz dinleniyordum. İrtifa kaybettikçe çevremdeki özellikler değişmeye başladı. İlk olarak, bitki örtüsü yeniden ortaya çıkmaya başladı. Sonra, lama pisliği görmeye başladım. Akşama doğru uzaktan hayvan sesleri duydum. Bunlar sığırdı. Onları görmekten mutlu oldum çünkü sığırlar insanlar (sığırların sahipleri) ve su demektir (tabii sürünün boğaları suyu sizinle paylaşmak istemeyebilirler ama bu başka bir hikâye). Hayvanlar beni görmekten pek mutlu olmadılar. Biraz saldırgan ve bölgelerini savunmaya hevesliydiler. “Ya saldırıya geçerlerse” diye düşündüm. Düşünce bana komik geldi: ben hayvanları gördüğüme seviniyorum ve hayvanlar bana saldırıyorlar. Kısa bir süre sonra bir dere benimle aynı yönde akmaya başladı. Şişemi ve platypos’umu doldurdum ve suyun içine iyot tabletleri attım. Güneş batmaya başlayınca bivouc için sığır pisliklerinden nispeten uzak bir yer buldum ve hemen uykuya daldım.
On Altıncı Gün (8 Ocak 2009)
Erkenden uyandım ve hemen işe koyuldum. Kısa bir süre sonra dere ve vadi güneye döndü. Bir kez daha bir dağ silsilesini geçmek zorunda kaldım. Yetersiz beslenme ve yoğun yorgunluktan ötürü bitmek üzereydim. Silsileyi bölerek Doğu’ya açılan, oldukça kısa görünen bir kulvar buldum ama görüntü yanıltıcıydı. Böylece, başta kısa bir kulvarı tırmanma girişimi gibi gözüken bir şey birkaç yüz metre yükseliş içeren zorlu bir çabaya dönüştü. Çok uzun ve dolambaçlı olan bu kulvarın tepesine ulaştığım zaman zaten vakit öğleden sonra olmuştu ve her defasında birkaç adımdan daha fazlasını atamıyordum. Sırt çantamda çay için almış olduğum şeker aklıma geldi. Şeker torbasını buldum ve birkaç kaşık şeker yuttum ve biraz su içtim. Tadı iğrençti. “Ölmeden önce daha kaç dağ silsilesini geçebilirim” diye düşündüm. Nihayet kulvarın tepesinde, doğuda çok geniş bir vadiye bakan bir boğaza ulaştım. Çok yorgundum ve yolun – Allah’ın belası yolun – bu vadide olup olmadığını merak ediyordum. Vadinin diğer ucundaki dağ silsilesini de geçmek zorunda kalacak mıydım? Uzaklarda siyahımsı bir çizgi gördüm ve asfalt yolun bu olması gerektiğini düşünerek umutlandım. Fakat bitki örtüsü ile kaplı bir bölgeden çıkan ve asfalt yol gibi görünecek biçimde genişleyen bir nehirden başka bir şey olmadığını fark etmem uzun sürmedi. Nehirden sonra hafif bir çizgi görebiliyordum. Çok yorgundum. Evet, telef olmak üzereydim. Oturdum ve rehber kitabındaki krokiyi incelemeye başladım. Çevremde gördüğüm özellikler kitaptaki krokiye uyuyordu: krokiye göre çok geniş bir vadi (Valle de Chasschulli) ve bu vadinin ortasında ilk önce bir nehir, sonra da asfalt bir yol vardı. Dahası, tırmanışın ilk günlerinde bu kadar geniş bir vadiyi geçtiğimi hatırlamıyordum. Bütün veriler hafif çizginin yol olduğunu gösteriyordu. Ama …. Ya yanılıyorsam? Ya yine başka bir dağ silsilesini geçmek zorundaysam? Önceki günlerde birkaç kez çok kötü hayal kırıklığına uğramıştım. Bu nedenle kendimi en kötü olasılığa hazırladım. Oturup biraz uyumaya karar verdim.
Huzursuz uykumun ortasında, gözlerimi açtım ve hafif siyah çizgi üzerinde beyaz bir şeyin hareket ettiğini gördüm … Beyaz bir minibüse benziyordu.
Ersun N Kurtulus
10 Ocak 2009
Fiambala