Matterhorn’a (4478m) Olaylı Bir Tırmanış
Hörnli Kulübesi’ne girdiğimiz anda dağdaki koşulların iyi olmadığını anlamalıydık. Normal bir günde, yani Hörnli Sırtı’nın nispeten buzsuz, karsız ve göreceli olarak kolay tırmanılabilir olduğu bir zamanda, kulübede ertesi sabah Matterhorn’a zirve girişimi yapmaya hazır olan dağcıların sayısının 200 kadar olabileceği söylenir. Fakat biz kulübeye girdiğimizde en fazla 20 kişi vardı: çoğunluğu dağcı, birkaç rehber ve Zermatt’tan gelen ama dağa tırmanma niyeti olmayan birkaç turist. Aslında, o gün neden bu kadar az insanın dağa tırmanmayı planladığını bilebilmek için Hörnli Kulübesine kadar gelmemiz bile gerekmiyordu. Vadiden baktığımızda Matterhorn’un kar ve buzla kaplı olduğunu ve tırmanışın daha en bastan krampon kullanımını gerektireceğini görebiliyorduk.
Akşam yemeğinden sonra bir rehber yanımızda oturan birkaç kişiye yaklaştı ve ertesi sabah ne yapacaklarına dair talimat verdi: “aşağıya giyinmiş ve emniyet kemerini takmış olarak inin; kahvaltı yaptıktan sonra hemen tırmanışa başlayacağız ve hızla yükseleceğiz.” Bu acelenin sebebi sözünü etmediği ama hepimizin çok iyi bildiği bir şeydi: çok sayıda ve hiçbir yere çıkmayan patikaların sık sık dağcıları yanlış yönlendirdiği tırmanışta rehberli ekiplerin kuyruklarına takılabilecek “otlakçıları” daha tırmanışın başında ekme isteği. Matterhorn’da tırmanışı kolaylaştırabilecek tas babalar, işaretler veya belirli patikalar yoktur – zirveye tırmanmak isteyen deneyimsiz dağcıları kendilerine bağımlı kılmak isteyen rehberlerin böyle işaretleri hemen ortadan kaldırdığı söylenir.
Bu Misha’nın Alplere yaptığı ilk yolculuktu. Tecrübemden çok yaşımdan dolayı, tırmanışlara liderlik ediyor ve kararların çoğunu ben alıyordum. Havalardan yana çok şanslıydık. Weissmies’i (4017m) travers geçtik, Aiguille de Midi’de Cosmiques Arrete’i (3842m), Aiguille de Tour’un (3544m) oldukça kolay olan Doğu Yüzü’nü Col du Tour Superior üzerinden tırmandık ve Mont Blanc’ın (4810m) zirvesine Cosmiques Hut’tan başlayan Les Trois Monts rotasına izleyerek vardık ve zirveden Gouter Rotası’ni izleyerek vadiye indik. Harika bir zaman geçiriyorduk, kendimizden emindik ve Matterhorn tırmanışı bu başarılı sezonumuzun son perdesi olacaktı.
Geceyi bir ranzada, ertesi gün büyük bir olasılıkla Zermatt’a dönmeyi planlayan üç kişilik Finli bir grubunun gaz çıkarmalarına ve kıkırdamalarına rağmen uyumaya çalışarak geçirdik. Sabah saat 4’te tırmanışımızı başlattık ve kulübenin arkasında bulunan kısa kaya yüzünü (I ve II derece) hızla tırmandık. Dağda ölenlerin toplam sayısı nedeniyle (20 yıl önce basılmış bir rehber kitabına göre o güne kadar Matterhorn’da olan kazalarda 500 kişi ölmüş) doğal olarak endişeli ve gergindim. Ama tırmanışa başladıktan sonra dün akşamdan beri beni esir almış olan endişe ve gerginlik yavaş yavaş kayboldu ve tırmanışa odaklanmaya başladım. Ne var ki çok kısa bir süre sonra, sahte patikalara açılan çatallarla karşılaşmaya başladık ve sık sık yanlış çıkışa girip geri dönmek zorunda kaldığımız için vakit kaybettik. Yavaş yavaş diğer rehberli grupların gerisinde kalmaya başladık. Daha sonra, rotada önümüze çıkan her istasyona bağlanma (ve buzlu koşulların bizde yarattığı psikolojik etkiden olsa gerek) aşırı ihtiyatlı davranıp gereksiz olan yerlerde bile “birlikte hareket etme” eğilimimiz nedeniyle hızımız daha da azaldı. Öte yandan, kaya tırmanıcıları olmamızın getirdiği deneyim işimize yaradı ve “uzun ip” kullanarak (Misha beni emniyete aldı) Lower Moseley Slab’ı hızla tırmanıp Solvay Kulübesine (4003m) saat 10:00 civarında ulaştık – ama rehber kitabında verilen süreye kıyasla çok ama çok yavaştık. Tırmanmaya devam etmeyi ve eğer dönüşümüzde çok geç kalırsak (ki çok geç kalacağımız o noktada belliydi) geceyi Solvay Kulübesinde geçirmeyi önerdim (kulübenin acil durumlarda kullanılmak üzere inşa edilmiş olmasına ve normal şartlarda geceyi orada geçirmeye izin verilmemesine rağmen pek çok dağcı bunu yapar). Bu yanlış bir karardı çünkü hem dik bir tırmanışa hava karardıktan sonra devam etmeyi göze alıyorduk hem de son hava tahminine göre öğleden sonra gök gürültülü yağışlı fırtına bekleniyordu.
Upper Moseley Slab’a doğru tırmanmaya devam ettik. Solvay Hut’tan ayrıldıktan hemen sonra, yukarlardan benden yardım isteyen bir dağ rehberini duymak beni epey şaşırttı: “lütfen müşterimi sağınızda olması gereken sikkeye tutturur musunuz?” Rehberler genellikle rehbersiz partilere karşı kaba ve küçümser davranırlar, ancak görünüşe bakılırsa Matterhorn’da durum oldukça farklı. İstikrarlı bir biçimde ve tempoyu yavaşlatmadan tırmanmaya devam ettik ve tırmanışın en zor noktası olan bir duvara (III-) ulaştık. In situ (mevcut) kalın bir zincire tutunarak duvarın tepesine tırmandık ve orada zirveden dönen üç kişilik bir Polonyalı ekiple karşılaştık. İngilizce bilmiyorlardı ama çat pat Almanca ile zirveye daha bir saatlik tırmanışımızın kaldığını bize söylediler. Kayalıklar karla kaplı bir alana açıldı ve tırmanış biraz kolaylaştı, ama sadece biraz. Bir süre daha tırmandıktan sonra zirvenin bulunduğu sırta ulaştık ve saat 16:00’da zirveye ulaştık. Zirve yakınlarındaki bir heykeli kucakladıktan ve heykeli UKC-MC (Kent Üniversitesi – Dağcılık Kulübü) tişörtü ile sararak fotoğraf çektirip birbirimizi tebrik ettikten sonra hemen inişe başladık. Bu noktada tırmanışın ikinci önemli yanlış kararını aldım: İple inişin aşağıya normal bir biçimde inmekten daha hızlı olacağını varsaydım ve in situ metal kazık ve sikkeleri kullanarak aşağıya iple inmeye başladık. Tam ortası bir bantla işaretlenmiş 50m’lik bir ip kullanıyorduk. Bir noktada, neredeyse ipten çıkıp düşmek üzereydim çünkü ipin ortasını göstermesi gereken bu bant yanlışlıkla hareket etmişti ve ben fark etmeden ipin bir tarafını diğer tarafından üç dört metre daha kısa bir hale getirmişti! Neyse ki, sorunu zamanında fark ettim ve iple inişi durdurup kendimi emniyete aldım. Bu arada Omuz’a (Shoulder) yaklaşmak üzereydik, hava kararmaya başlamıştı ve gök gürültülü elektrikli bir fırtına üzerimizden geçiyordu.
Ondan sonra olanlar kahramanlık içermeyen bir destandı. Gökyüzü yavaş yavaş zifiri karanlığa dönüşürken, iple iniş veya iple birlikte hareket tekniklerini kullanarak sırt üzerinde hareket ediyor ve aşağıya iniyorduk. Sırtı oluşturan iki yüzeye, Doğu Yüzüne veya Kuzey Yüzüne doğru gitmememiz gerektiğini, bu iki yüzeyin de hiçbir yere varmayan keskin uçurumlardan oluştuğunu çok iyi biliyordum. Matterhorn’un ünlü “Omuz”unu (Shoulder) oluşturmak üzere yavaş yavaş eğimini kaybeden sırt boyunca inmeye devam ettik. Sonra, beklenmedik bir şey oldu: İple inişi bitirmiştim ve bir sonraki iple iniş için istasyon ararken ip aniden keskin bir tıslama sesiyle gözümün önünden kayboldu. Misha’ya ne olduğunu bağırarak sordum. Bana, soğukkanlılığından hiçbir şey kaybetmeden, orta üst sınıf Londralıların o tipik sakin ses tonuyla, sırtın sol tarafına düştüğünü ve kramponlarından birini kaybettiğini söyledi. İlk tepkim küfür etmek ve lanet etmek oldu. Matterhorn’dan iki kramponla buzlu, karlı koşullarda inmek yeterince tehlikelidir; bunu sadece bir kramponla yapmaya çalışmak intiharlık bir davranıştır.
Yukarıya Misha’ya doğru bağırarak hâlâ ipe bağlı olup olmadığını ve eğer ipe bağlıysa bana doğru gelip gelemeyeceğini sordum. Olumlu cevap verdi ve kısa bir süre sonra karanlığın içinden çıktı. Sonra, ipin yukarıda bir yerde sıkıştığını ve aşağı çekemediğimizi fark ettik. Birimiz kramponsuz ve ikimiz de ipsizdik. Durumu gözden geçirdikten sonra Dağ Arama Kurtarmayla irtibat kurup yardım çağırmak gibi aşağılayıcı bir kararı almamız çok uzun sürmedi. Neyse ki, cep telefonumuz çekiyordu ve numarayı aradık. Hattın diğer tarafındaki kadın bize havanın fırtınalı olduğunu ve ertesi sabaha kadar bize helikopterle ulaşamayacaklarını söyledi. Böylece geceyi Omuz’da 4000m yükseklikte geçirmeye mahkûm olmuştuk. Hemen bir istasyon kurdum ve perlon ve kilitli karabinalar ile istasyona bağlanıp düşme tehlikesine karşı kendimizi güvenceye aldık. Yanımızda olan tüm kıyafetlerimizi giydik, rüzgâra karşı bizi koruması için sırt çantalarımızı dizlerimizin önüne yerleştirdik ve belirgin bir sebep olmamasına rağmen, hiçbir ise yaramayacağı halde kafa lambalarımızı yaktık. Uzun ve soğuk bir gece başladı. Isıyı paylaşmak ve ısı kaybını azaltmak için birbirimize çok yakın oturduk. Bir süre sonra, Misha’ya, belki de bir daha asla benimle birlikte tırmanmayacağını söyledim. Bu konuşmayı belki aşağıya indikten sonra vadide yapmamız gerektiği yanıtını aldım. Deneyimsiz bir tırmanma partnerini bu karmaşaya sürüklediğim için vicdan azabı çekiyordum.
Bir süre sonra karanlıkta aşağıdan bağırışlar duyduk. Ne olup bittiğini anlayamadım ve tüm gücümle bağırarak temas kurmaya çalıştım. Cevap gelmedi. Ertesi gün, kurtarıldıktan sonra, o gün zirveye doğru tırmanırken karşılaştığımız Polonyalı ekibin bir kazaya uğradığını öğrenecektik. İp boyu ardından ip boyu iple iniş yaparken istasyonlardan bir tanesi ilk inecek olan tırmanıcı tam inişe başlarken çökmüş. Tırmanıcı iple birlikte bütün Doğu Yüzeyi boyunca düşerek ölmüş. Bunun sonucu olarak, diğer iki dağcı ipsiz ve dolayısıyla inişlerini tamamlayabilecekleri bir araçtan yoksun kalmışlar. Sonuç olarak, o gece dağda mahsur kalmış iki ekip vardı.
Gece soğuktu. Hafif bir esinti olur olmaz, rüzgârın estiği tarafta oturan Misha titremeye başlıyordu ve onun sırtını sıvazlayarak biraz ısı üretmeye çalışıyordum. Uyku hali ile uyanıklık arasında gidip geliyordum ve aklım bana oyunlar oynuyordu: bir noktada, çok güçlü kafa lambaları taşıyan bir grup insanın bizi kurtarmak için aşağıdan bize yaklaştığını gördüm. Sadece ince bir bulut duvarı ışıkların üzerinden geçtikten sonra, baktığım şeyin Zermatt’ın ışıklarından başka bir şey olmadığını anladım. Daha sonra Misha bana arada anlamsız şeyler konuştuğumu söyledi. Saatler ilerledi ve bizim Doğu ve Kuzeydoğumuzdaki dağlar, Monte Rosa silsilesi ve Mischabel Alpleri pembe bir renkle parlamaya başladı. Gün doğuyordu ama bu güzelliğin tadını çıkaracak bir ruh halinde değildik. Hava soğuktu. Hava çok soğuktu. Vadiye döndükten sonra bu soğuğun getirdiği ürperti hissini bedenimden atmak günlerimi alacaktı.
Sonunda helikopterin sesini duyduk. Polonyalı ekibin başına gelen kazadan habersiz olduğumuz için helikopterin neden ilk önce yaklaşıp daha sonra uzaklaşıp gittiğine anlam veremedik. Daha sonra, önce Polonya ekibinin hayatta kalan iki üyesini, daha sonra bizi kurtardıklarını ve en sonunda da ölen dağcının cesedini dağdan tahliye ettiklerini öğrenecektik.
İlk önce Misha emniyet kemerinden bir karabina ile helikopterin yaşam hattına bağlandı ve bu hatta asılı haldeyken havaya yükseldi. Ondan sonra sıra bendeydi. Helikopter, ben baş aşağı pozisyonda yaşam hattına bağlıyken, Hörnli Sırtı’nın çizgisini çok yakından takip ederek hızla aşağı doğru uçtu. Bu filme benzer manzaranın, dağdan düşen birinin göreceği en son şey olup olmadığını merak ettim. Tüm helikopter uçuşu çok hızlı geçti ve Hörnli Kulübesi’nin yanındaki helikopter platformuna inmemiz birkaç saniyeden fazla sürmedi.