Incahuasi’ye (6621m) Üç Ekspedisyon
Ekspedisyon 1
1.Gün (30 Aralık 2009)
Sürücü huzursuzlanmaya başlamıştı. Planımız, Ojos del Salados ana kampından İspanyol bir grubu almak ve Pissis Dağı ana kampına birlikte devam etmekti. Quemadito’da üç saattir bekliyorduk ama İspanyollar ortada yoktu. Öğleden sonraydı ve gecikmiştik. Kotu bir toprak yolda 80 kilometrelik inişli çıkışlı bir sürüş içeren Pissis’in ana kampına gitmek için zaten cok geç kalmıştık. İngilizce bilmeyen şoföre saat 19:30’a kadar beklememiz ve ondan sonra da Fiambala’ya dönmemiz önerisini el kol hareketleri ile iletmeye çalıştım. Başını sallayarak onayladı.
Sonunda İspanyollar Ojos’tan değil, Fiambala yolundan, Jonson Reynoso’nun dört çeker cipinde geldiler. “Fikirlerini değiştirmişler” ve “birkaç gün içki içip parti yapmak” için Fiambala’ya gitmeye karar vermişler. Yani ilk planlamamızı göz ardı ederek başka bir ekibin aracıyla biz daha Quemadito’ya ulaşmadan önce Fiambala’ya geri dönmüşler. Bu kaba ve düşüncesiz davranıştan ve herhangi bir şekilde özür dilenmemesinden rahatsız olmuştum. Fiambala’ya geri dönüp birkaç gün daha boş boş oturmak istemedim. Bu nedenle Jonson’a Incahuasi ana kampına beni bırakmasının mümkün olup olamayacağını sordum. Jonson’nun İspanyolların davranışlarından utandığı belliydi ve teklifimi kabul etti. İşte bu şekilde Incahuasi’ye sırt çantamda kramponlarla (buna ihtiyacım yoktu), Pissis Dağı’nın bir taslağıyla (buna da ihtiyacım yoktu) ama Incahuasi’nin herhangi bir haritası olmadan (ki buna gerçekten çok ihtiyacım vardı) tırmanmak durumunda kaldım.
Las Grutas’tan sonra, cip toprak bir yola döndü ve yavaş yavaş Incahuasi dağının eteklerine doğru devam etti. Manzara son derece güzeldi: Korkusuzca dolaşan vicunia’lar, beyaz lagünler üzerinde uçan flamingolar ve her yerde rengarenk tepeler. 21 kilometre daha toprak yolda devam ettikten sonra ve ana kampa ulaştık (Fern Point, 4244m).
Cipin arkasından sırt çantamı aldım. Şoför bana başka bir şey isteyip istemediğimi sordu. Daha fazla su istedim. Bana birkaç şişe su ve kocaman bir karpuz verdi. Su şişelerini ve karpuzu bir tas babasının arkasına sakladım. Önümüzdeki dört gün boyunca, dağda şiddetli susuzluktan acı çektiğim zamanlarda o karpuzla ilgili hayaller, fanteziler kuracaktım. Karpuzu, binlerce kez bin bir değişik şekilde kesip, binlerce defa yediğimi hayal edecektim. Nihayetinde karpuzu bir daha göremeyecektim.
Sürücüye veda ederek volcanisitos’lara doğru yürümeye başladım. Daha önce, rehber kitabına göre dünyanın en kolay erişilebilir altı binlik dağı olan Nevado de San Francisco’ya (6018m) tırmandığım için oldukça akilimatize olmuştum ve yürüyüş tempom taşıdığım ağırlığa rağmen oldukça iyi idi. Bir saat sonra kamp kurdum.
2.Gün (31 Aralık 2009)
Bugün oldukça olaylı gecen bir ekspedisyonun oldukça olaysız gecen bir günüydü. Çadırı topladım ve volcanisitos’larin arkasındaki bir açık kulvar boyunca oldukça uzun, on saatlik bir tırmanıştan sonra, altimetreme göre 5281m yükseklikte yüksek kampı kurdum. Hiçbir şey yemeden (yüksek irtifadan ötürü iştahsızdım) uyku tulumumum içine girdim ve tüm gece boyunca kendime verdiğim sözü tutmadığım için vicdan azabı çektim: geçen yıl Ojos del Salados’a tırmanırken neredeyse kendimi açlıktan öldürecektim; o nedenle bu sefer kendime iyi bakmaya ve ne olursa olsun günde en az bir öğün doğru dürüst yemek yemeye kendi kendime söz vermiştim. Daha expedisyonun ilk gününden bu sözü tutamamıştım.
3.Gün (1 Ocak 2010)
Erken kalkıp çadırın vestibülünde su kaynattım ve bir paket kuru dondurulmuş gıda hazırladım: sığır eti ve erişteden oluşan bir kahvaltı! İştahsızdım ve yemeği zorla yutarak adeta boğazımdan aşağıya mideme doğru ittim. Elbiselerimi ve botlarımı giyerek zirveye doğru tırmanmaya başladım. Dik çarşaklarda tırmanış zordu: üç adım yukarı ve iki adım aşağı. Aşağıda giderek küçülen çadırımı görebiliyordum. Bir süre sonra turuncu bir noktaya dönüştü ve sonunda bir kavisin arkasında tamamen kayboldu. Çadırımı bir daha hiçbir zaman göremeyecektim. Sonunda zirvenin bulunduğu platonun kenarına ulaştım. Las Grutas’a kadar çok uzaklardan görünen iki çok büyük kar alanının arasından geçtim ve sonra oldukça geniş görünen bir sırta ulaşmak için sola döndüm. Artık, neredeyse yıkılmak üzere olan, zirvedeki haçı görebiliyordum.
Manzara muhteşemdi ama neredeyse yediye çeyrek vardı ve geç olmuştu. İki saat gün ışığı kalmıştı ve benim sabahki planım güneş batmadan zirve platosundan doğru çıkışı bulmak ve bütün gece yamaçlardan aşağıya dağ eteğini inmekti. Daha sonra bunun iyi bir plan olmadığı ortaya çıktı. Yukarı çıkarken dikkatli olmama ve çarsak bayırı arkamda bırakıp platoya ulaştığım noktayı kesin bir bicimde tanımlamaya çalışmış olmama rağmen (yani, bir anlamda karşılaşacağım problemi önceden tahmin etmiştim) bu noktayı aşağı inmek için döndüğümde bulamadım. Karanlık basıyordu ve platoyu arkamda bırakıp çarşaklardan dağın eteklerine doğru inmeye başladım. Bu noktada hipoksinin (oksijen yoksunluğu) etkilerini hissetmeye başladım ve rüyalar, düşler, hayaller ve gerçeklik arasındaki sınırlar yavaş yavaş belirsizleşmeye başladı.
4.Gün (2 Ocak 2010)
Bütün gece çarsak yamaçlardan dağın eteklerine doğru indim ve çadırımın -ve aynı zamanda yiyecek ve suyumun- olduğu 5200m seviyesinin altına inmemeye özen gösterdim. Gecenin geç saatlerinde bu seviyeye ulaştım. Hava karanlık, rüzgârlı ve soğuktu. Karanlıkta çadırı bulabilme umudundan ziyade kendimi sıcak tutabilmek için 5200m seviyesinde, dağın etrafını dolaşmaya başladım. Arada sırada dağın Kuzey Doğu yüzünü bulma umuduyla pusulama bakıyordum. Bir dağın çevresini belirli bir yükseklikte dolaşmak ilk bakışta göründüğünden çok daha zordur. Dağın yüzeyi düzgün değildir. Yamaçların yüzeyinde sık sık inişleri ve çıkışları gerektiren derin sel yatakları vardır.
Sonunda doğu parlamaya başladı. Kısa bir süre dinlenmek için oturdum. Bitkin düşmüştüm ama gün doğumunun tadını çıkartmayı istiyordum. Çok geçmeden soğuğu tekrar hissetmeye başladım. Ayağa kalktım ve dağı saatin tersi yönünde dolaşmaya devam ettim. Kısa bir süre sonra normalde son derece güzel olan bir doğa fenomeni, navigasyonumu umutsuz bir işe dönüştürdü. Yoğun bir sis, yavaş yavaş dağı çevreleyen vadilere ve sel yataklarına doğru hareket etmeye başladı. Artık çadırımın kurulu olduğu açık kulvarı herhangi bir şekilde görmem ya da yerini tahmin etmem imkansızdı. Buna rağmen çadırımın bulunduğu açık kulvarı bulma umuduyla bütün gün dağın etrafını dolaşmaya devam ettim. Yemek yemedim ve sadece üç-dört desilitre su içtim. Susuzluk, açlık, yorgunluk, oksijensizlik ve uykusuzluğun etkilerini ağır bir biçimde hissetmeye başlamıştım.
Akşama doğru aşağıda iki tane volcanisitos gördüm. İşte bu noktada çok ciddi ve çok aptalca bir seyir hatası yaptım. Aslında Incahuasi’nin ikincil zirvelerinden oluşan bir silsilenin üzerindeydim ve karşımda bir dağ görünüyordu. Aşırı yorgunluk veya şiddetli susuzluk veya hipoksi veya sadece aptallık yüzünden, Incahuasi’de değil de başka bir dağda olduğumu, çarşaklardan aşağıya inmem gerektiğini, volcanisitos’larin etrafından dolaşarak Incahuasi olduğunu düşündüğüm o dağa doğru gitmem gerektiğini düşündüm (halbuki bu dağ aklimatizasyon amacıyla daha önce çıktığım 6018m yüksekliğindeki San Francisco dağı idi). Böylesine hatalı bir muhakeme için hiçbir rasyonel temel yoktu çünkü zirveden döndükten sonra hiçbir zaman 5200-5300 metrenin altına inmemiştim. Hızla aşağıya inmeye başladım ve yaptığım navigasyon hatasını ancak ertesi sabah 4500 metre seviyesine kadar indikten sonra fark ettim. O noktada bitkindim. Çok az suyum kalmıştı.
Çok ciddi bir biçimde susuzluk çekiyordum. Çok az miktarda suyum kalmıştı ve bu kalan suyu ekonomik bir bicimde kullanmaya çalışıyordum: kalan suyu önceleri sadece ağzımı ıslatmak için, daha sonra da sadece dudaklarımı ıslatmak için kullandım. Su kaybı veya hipoksi nedeniyle (veya belki de her ikisinin ortak etkisiyle), halüsinasyonlar görmeye başladım. Dik çarşaklar yavaş yavaş eğim kaybetmeye başladı ve uzakta büyük kaya blokları gördüm. Bu kaya kütlelerinin aslında oyuk olduklarını ve taştan yapılmış kapılarının olduğunu ve içinde insanların yasadığını hayal etmeye başladım. Bu insanların bana su verebileceğini düşündüm. Bir noktada, bu büyük kaya kütlelerinden birini dikkatlice inceledim, iyi gizlenmiş bir kapısının olup olmadığına baktım ve yüksek sesle “agua” kelimesini haykırıp su dilendim. Tabii bu halüsinasyondan başka bir şey değildi.
Hava karardı. Volcanisitos’lar boyunca yürümeye devam ettim. Son 36 saattir tırmanıyor, iniyor, travers yapıyor ve nerede olduğumu anlamak için elimden geleni yapıyordum. Çok, ama çok yorgundum.
5. Gün (3 Ocak 2010)
Dağın koruyucusu olduğunu iddia eden bir kadın benim bir sınamaya tabi tutulacağımı söyledi.… Bir tür iş mülakatına girecektim…. Mülakattaki sınamalardan bir tanesinde dağda çok sayıda su şişesi ile karşılaşacaktım ama bu şişelerden birini açıp içindeki suyu içme isteğine karşı direnecektim. Sınamayı başarıyla geçersem ne gibi bir ödül alacağım konusunda bana hiçbir şey söylemedi. Sonra, bir sürü su şişesi gördüm/düşledim/hayal ettim ama bir şekilde hepsinin gerçek dışı olduğu yolunda içimde bir his vardı. Üşüyordum ve titriyordum. Kendimi yerde yatarken buldum. Görünüşe bakılırsa botlarımla kumlu toprağı kazmıştım ve kendimi sıcak tutmak için bacaklarımın kenarlarını toprakla kaplamıştım. Sırt çantam bacaklarımın üzerindeydi. Gövdem kuş tüyü ceketim sayesinde sıcaktı ama soğuk yine de bacaklarımdan içime nüfuz ediyordu. Son derece canlı rüyalar ve halüsinasyonlar arasında gidip geliyordum. Dağın koruyucusu olduğunu iddia eden kadın beni sınamaya devam ediyordu. Ona kendisinin tüm hayatım boyunca karşılaştığım en kaba ev sahibi olduğunu söyledim: su vermiyordu, barınak sağlamıyordu ama bir suru amaçsız “test” ve sınama yapıyordu.
Sabah saat 05.00 civarında titreyerek uyandım. Kupkuru dudaklarımı su şişemde kalan birkaç damla su ile ıslattım. Önceki gün, uyku tulumu ve bivi torbası olmadan 4500 metre yükseklikte uykuya dalmanın içerdiği tehlikeleri hesaplamadan ve o doğrultuda herhangi bir karar dahi almadan, yorgunluk ve bitkinlikten ötürü yıkılıp uykuya dalmış olduğumu anladım. Korkmuştum. Rasyonel karar alma yetisi solo bir dağcının en önemli yetisidir. O yetiyi kaybedersen kaybolursun… Yok olursun!
Volcanisitos’ların etrafını dolaşmaya başladım. Volcanisitos’lardan daha alt bir yüksekliğe indikten ve ciddi bir navigasyon hatası yaptığımı fark ettikten sonra ekspedisyonun başında sakladığım su şişelerini ve karpuzu aramaya başladım. Benim ilk düşüncem karpuzu yemek, yanıma biraz su almak ve çadır ve yiyeceklere ulaşabilmek için ana kampa geri tırmanmaktı. Fakat ne karpuzu ne de su şişelerini bulabildim. İçinde bulunduğum bitkin ve ciddi biçimde susuz halimle ve yanımda su olmadan ana kampa ulaşmak için yaklaşık 1000 metre tırmanmaya çalışmak intiharlık bir girişim olacaktı. O zaman geriye sadece bir tek seçenek kalmıştı: 18-20 kilometre uzunluğundaki mesafeyi kat ederek Las Grutas’a, dağ kulübesine ulaşmak. Yürümeye başladım.
Yavaş yürüyordum ve takıntılı bir biçimde su, karpuz, portakal suyu, Coca-Cola, Fanta (hatta genellikle iğrenç bulduğum Sprite) ile ilgili hayaller kuruyordum. Aynı zamanda sürekli bir biçimde susuzluğu düşünmenin mi yoksa susuzluk hissini tamamen bastırmanın mı daha akıllıca bir davranış olacağını düşünüyordum. Öğlen saatlerinde –yani havanın en sıcak ve benim susamışlığımın doruğa ulaştığı bir noktada- lagüne vardım. Her yerde 5-15 santimetre derinliğinde gölcükler vardı. Suyun tadına baktım. Tuzlu değildi, ama muhtemelen içinde çürüyen organik materyal nedeniyle olsa gerek, güçlü bir kükürt kokusu vardı. Ayrıca, bölge hakkında daha önceden yaptığım araştırmaların sonucu olarak Puna’daki su kaynaklarının çoğunun arsenikle kirlenmiş olduğunu biliyordum. Su şişemi doldurdum ve dikkatlice dört iyot tabletini suya attım. Şimdi iyotun etkili olması için yarım saat beklemek zorundaydım. Gölcüklerden birinde yüzümü yıkadım. Yüzümün su yüzeyinde durmasına izin verdim. Güzel bir duyguydu. Suyun kokusu korkunçtu ama ne de olsa suydu işte. Uzaktan flamingoların seslerini duyabiliyordum. “Şimdi” diye düşündüm, “ya suyu içtikten sonra flamingolar gibi pembeye dönersem!”. İçeceğim su filtreden geçirilmemişti, koyu renkliydi ve suyun içinde flamingolara o güzelim pembe renklerini veren türden birkaç küçük karides pekâlâ olabilirdi.
Kendimi üniversitede yeni dönemin ilk dersine pembe bir yüz ve pembe kollarla girerken hayal ettim. Öğrenciler üzerindeki otoritemi kesinlikle kaybederdim ve asla yeniden kuramazdım. Son iki gündür ilk kez gülümsedim. Yarım saatlik bekleme bitti. Sıvıyı (suya benzemiyordu) içebilirdim.
Yürümeye devam ettim. Kendimi pek o kadar da iyi hissetmiyordum. Şişemdeki sıvıdan birkaç ağız dolusu içmek için sık sık mola veriyordum. Birdenbire bir eşekarısı şişeye girmeyi başardı, suya düştü ve yüzmeye başladı. Eşekarısını şişeden çıkarmak için su israf etmem kesinlikle söz konusu olamazdı. Bu nedenle, eşekarısı tarafından dilimden veya dudağımdan sokulmamak için suyu çok dikkatli içmeye başladım. Bir süre sonra eşekarısı boğuldu ve bana kötülük yapma potansiyeline sahip olan bu yaratığın ölümünden kötücül bir haz aldım.
Beş saatlik bir yürüyüşten sonra Las Grutas’ın hemen yakınında bulunan termal banyolara ulaştım. Bir araba gördüm ve ona doğru yürümeye başladım. Tam banyolara varmıştım ki başka bir araba oraya geldi. Arabaya yaklaştım. Şoför ellili yaşlarında bir kadındı ve görünüşe göre ailesi ile geziye çıkmıştı. Su istedim ve oturdum. Incahuasi’yi işaret ettim ve “quatro días” dedim. Endişelendiler. Bana su ve şekerleme verdiler ve sonra beni Las Grutas’taki kulübeye bıraktılar. Önümüzdeki iki gün boyunca neredeyse sürekli su içiyor olmama rağmen tuvalete gitme ihtiyacını nadiren hissedecektim.
Misyonum henüz bitmemişti. Çadırımı ve ekipmanımı bulmak için dağa geri dönmek zorundaydım.
Ekspedisyon 2
1.Gün (5 Ocak 2010)
Fiambala’da çılgınca bir otuz altı saat geçirdim ve dinlendim. Arjantin Dakar Rallisi gerçekleşiyordu ve köy insanlarla, satıcılarla, çeşitli model ve şekillerde dört çekerlerle ve destek sağlayan kamyonlarla doluydu. Köyde kalacak yer bulmak neredeyse imkansızdı. Ojos’a tırmanmayı planlayan iki İspanyol kardeşle oldukça pahalı bir hacienda’yı paylaştım. Daha sonra, varış noktalarımıza taşımacılığı da paylaştık.
Fiambala’dan ayrılmak kolay olmadı. Ralli nedeniyle köyden çıkan bütün yollar kapalıydı. Bir ralli arabasına sahip bir ralli sürücüsü olmadığınız sürece, köyde mahsur kalmaya mahkûmdunuz. Çeşitli seçenekleri denedik ama her yerde bariyerlerle veya kontrol noktalarıyla karşılaştık. Bir şekilde, bir noktada, bir ralli sürücüsünü taklit eden şoförümüz köyden çıkmayı başardı. Her yerde kitleler halinde insanlar vardı ve bu insanlar bizim yarışa katılan rallicilerden biri olduğumuzu düşünüyor gibiydiler (tabii bu son derece mantıklıydı çünkü altımızda yarışın diğer katılımcıları gibi bir dört çeker vardı: tek fark dört çekerimizin yarış numarasının veya gösterişli ve fiyakalı dekorasyonun olmamasıydı). Kalabalıklar bizi selamladılar, el salladılar, fotoğrafımızı çektiler ve filme aldılar. El sallayarak cevap verdik. En az iki kez, bizi alkışlayan kalabalıklara bu yarışı kazanmaya kararlı olduğumuzu gösteren zafer işaretini yaptım. Bir süre sonra uykuya daldım ve arada sırada sadece bizi sollayan ralli otomobillerinin motorlarının kükremesi ile uyandım.
İspanyol kardeşleri Quemadito’ya bırakıp Las Grutas’a ve sonra da Fern Point’e devam ettik. Şoföre veda ettiğimde saat 12:30 olmuştu. Önce yavaş yavaş ama daha sonra daha hızlı bir şekilde irtifa kazanmaya başladım. Tamamen akilimatize olmuştum. Akilimatizasyonumu ilginç bir tırmanış yapmak yerine çadır aramak için kullandığımı düşünüp biraz hüzünlendim.
Volcanisitos’larin etrafını dolaştıktan sonra açık kulvar boyunca yükselmeye başladım. Hava karardı. Kafa lambamı açtım ve yürümeye devam ettim. Çevremde bulunan özellikleri yavaş yavaş tanımaya, hatırlamaya başladım. Çadırımı kurduğum yere çok yakın olduğumu hissediyordum. Saat 21:30 civarında ocağım ve çaydanlığım aniden önümde belirdi. Aslında çadırın girişinde, vestibülde olmaları gerekiyordu. “Çadır havaya uçmuş olmalı” diye düşündüm. Bu yüzden oradaydılar ve karanlıkta ışıldıyorlardı.
Çadırın yerinde olacağını varsaydığım için yanıma bivi ekipmanı almamıştım. Sadece üzerimde bulunan kıyafetlerle oracıkta bivi yapmak söz konusu olamazdı. 5200 metre yükseklikteydim ve hava çok soğuk ve rüzgârlıydı. Sadece bir tek seçeneğim vardı: tekrardan Las Grutas’a kadar geri yürümek. Bu sefer hiç değilse yanımda su vardı ve susuz kalmayacaktim. Bütün gece hiç mola vermeden yürüdükten sonra sabah saat 9:30 sularında Las Grutas’a vardım. Las Grutas’a geldiğimin haberlerini bir şekilde almış olan Jonson Reynoso beni almak için bir taksi yollamıştı.
Ekspedisyon 3
1.Gün (7 Ocak 2010)
Çadırımı bulmak için uygun ekipmanlarla dağa geri dönmekten başka seçeneğim yoktu. Jonson Reynoso’dan bir uyku tulumu, bir bivouak torbası ve dürbün ödünç aldım. Dağda yemek için birkaç paket çikolata, kurutulmuş et ve bisküvi satın aldım. Altı litre su ile birlikte, sırt çantamın 12-13 kg’dan daha ağır olmadığına inanıyordum. Hafif donanımlı bir komando askeri gibi görevime hazırdım.
Jonson Reynoso’nun kızı Ruth Şili’ye gidecekti ve arabayla beni Las Grutas’a bıraktı. Sınır kontrolü çok kalabalıktı. Ralli için Şili’de bulunan insanlar Arjantin’e geri dönüyorlardı. Pasaportları kontrol eden çavuş beni kalabalığın içinde tanıdı: “Oradaki… Gel… Çılgın bir adamsın sen…” diye gülerek şaka yaptı. Evraklarımı herkesten önce işlemden geçirdi ve bana kendime iyi bakmamı söyledi ve Şili sınırını geçmekten kaçınmamı istedi.
Refugio çok kalabalıktı: yerel bir dağcılık kulübü çevredeki birkaç dağı tırmanmayı planlıyordu; ayrıca Cordoba’dan başka bir ekip ve önümüzdeki yıl Aconcagua’ya tırmanışa hazırlık olarak Incahuasi’ya tırmanmayı planlayan, Arjantinli, Brezilyalı ve Uruguaylılardan oluşan uluslararası bir diyabet ekibi. Onlarla dostane ilişki kurdum. Diyabet grubu ve Cordobalı ekipler beni neredeyse evlat edindiler. Birlikte içilen bir sürü mate’den ve birlikte yenen birkaç öğün yemekten sonra dil engeline rağmen arkadaş olmuştuk.
Ertesi gün mide ağrısı ile uyandım ve ağrı gün boyunca hafiflemedi. Dağcılardan biri aynı zamanda tıp doktoruydu ve bir gün daha refugio’da kalmamı önerdi. Zamanımın olmadığını söyledim. İşin ilginç tarafı, mide kramplarımın olduğu haberinin daha sonra Jonson Reynoso’nun kulağına ulaşmış olmasıydı. Fiambala’ya vardığımda Jonson bana bu durumda dağlara gitmiş olmamdan endişe ettiğini söyledi. O gün öğleden sonra şeker hastaları grubu beni ciple 4600 metreye yükseklikte bir noktaya bıraktı.
Öğleden sonraydı ve geç olmuştu ama buna rağmen hemen çadırımı aramaya başladım. Dağın bazı bölümlerini dürbünle taradım (gözlüklerimi ve kontakt lenslerimi çadırla birlikte kaybetmiştim, dürbünü neredeyse gözlük yerine kullanıyordum- neyse ki dürbün çevrenin net bir şekilde görünmesini sağlıyordu). Yukarı doğru çıkmaya başladım. Çadırın kurulmuş olduğu noktaya ulaştıktan sonra tırmanışımı yukarı doğru sürdürdüm. Niyetim, çadırın yukarı doğru rüzgârla sürüklenip dağın diğer tarafına düşüp düşmediğini anlamaktı. Gece çökmek üzereydi. Uyku tulumunun ve bivouak torbasının içine girdim ve her ikisinin de çok küçük olduğu ve sadece kalçalarıma kadar beni örttüğü ortaya çıktı. Ama kuş tüyü ceket vücudumun geri kalanını, yani gövdemi sıcak tutabiliyordu. Biraz kuru et, bisküvi ve çikolata yedim ve elimden geldiğince su içtim. 5200m rakımda soğuk bir geceye hazırdım.
Ertesi sabah çadırı aramaya devam ettim. Neredeyse açık kulvarın sonuna kadar yürüdüm. Çadır veya içindekilere dair hiçbir işaret yoktu. Çadırın olduğu noktaya döndüm ve bu sefer aşağıya doğru yürümeye başladım. Çadırın içindekilerden bazı şeyler teker teker ortaya çıkmaya başladı: Tarihte Hıristiyan-Müslüman ittifakları üzerine yazılmış bir kitabı ve bu kitap üzerine yazmayı planladığım bir kitap incelemesi için tuttuğum notları içeren kuru torba bulduğum ilk parça eşya oldu (bir haftalık emeğim böylece kurtarıldı). Bazı eşyaları teker teker bulmaya devam ettim: çadır kazıkları, başka bir kuru torba (bu sefer torbanın içi tamamen boştu) diş fırçam, okuma gözlüklerim, ahşap çatal bıçak takımımın deri çantası, tahta kaşık (paramparça olmuş durumda) ve ironik olarak, And Dağları’nın tırmanış rehberi kitabi (ki ben bunu “Allah ve/veya Meryem Ana benim And Dağları’nda tırmanmaya devam etmemi istiyor” diye yorumladım).
Bir süre sonra çadırı sağlam bulma umudumu kaybetmeye başladım. Yukardan dağın yamacını izleyerek dağın eteklerine doğru esen rüzgâr çok güçlü olmalıydı. Etrafta parçalanmış eşyaların bulunması, çadırın örtüsünün büyük bir olasılıkla yırtılmış olduğunu gösteriyordu. Aramaya devam etmek bana anlamsız geldi. Çadırım, uyku tulumum, kramponlar, termo-mat, platypus su torbası, gözlüklerim, hatta İsviçre ordu çakım kaybolmuştu; kelimenin tam anlamıyla rüzgarla uçup gitmişti. Las Grutas’a doğru yürümeye başladım. O gece saat on bir civarında, vücudumu uyku tulumu ile kapladım ve birkaç saat pırıl pırıl parlayan yıldızlardan oluşan bir halının altında uyudum. Bu benim Puna’daki son gecemdi. Şafakla uyandım ve Las Grutas’a doğru yürümeye devam ettim.
Bir kez daha, Jonson Reynoso Las Grutas’a geldiğimin haberlerini almış ve tur rehberlerinden birinden beni almasını istemişti. Birlikte tatil yapan üç Arjantinli kadınla Fiambala’ya kadar seyahat ettim. Kadınlardan biri İngilizce öğretmeniydi, o sayede rahatça sohbet edebiliyorduk. Yol boyunca mate içip bin bir çeşit konu üzerine sohbet ettik. Neredeyse on gündür ilk defa çadırı unutabildim.
12 Ocak 2010
Catamarca